YAZ DOSTUM

Marmaray Günlükleri – 1

Bir uçtan bir uca Marmaray: 43 Durak. 72 kilometre. 109 Dakika. Demirler üzerinde insanlar akıyor Avrupa’dan Asya’ya, Asya’dan Avrupa’ya. İpekten hayatlar, su verilmiş çelikten olanlar, yediğinden yerinde duramayanlar, bacakları taşıdığı gövdeye isyan edenler, şımarıklar, efendi efendi gidenler, hormonlarını ortaya boca edenler, ormanda varlık gösterisi yapanlar, bir tefrişat salonundaymış edası takılanlar… var da var. Her seferde insan hikayelerinin resmi geçidi var.

İKİ DURAK ARASI
Osmanlı döneminde ordu sefere çıkarken, hac kafileleri yola revan olurken o zamanlar Üsküdar sınırlarındaki bir çeşmeden uğurlanırmış. Gel zaman git zaman o çeşmenin adı Ayrılık Çeşmesi olmuş. Şimdi daha çok Marmaray Durağı olmakla biliniyor. Benim durağım. Kadıköy tarafından bir yere giderken Ayrılık Çeşmesi’nden dahil oluyorum Marmaray dünyasına.
Zaman zaman denizin altından geçtiğim de oluyor ama genelde rotam Pendik – Ayrılık Çeşmesi, Ayrılık Çeşmesi – Pendik. Pendik güzel ilçe. Vaktiyle adalar başta olmak üzere İstanbul’un sebze meyve ambarıymış. Büyümüş, serpilmiş, genişlemiş İstanbul ulaşım akslarının kesiştiği yer olmuş. İnsan doğduğu yeri nasıl severse ben de Pendik’i öyle severim.

Çok İstanbul Kart kaybettim. Cep telefonuma indirmeye direndim. Çünkü her hareketinizi Big Brother’a emanet etmiş oluyorsunuz. Öyle oldu böyle oldu İstanbul Kart uygulaması cep telefonumda baş köşeye oturdu. Turnikelerde QR Code (Quick Response = Hızlı Cevap) zaman zaman takılsa da, takılıyorum kendisiyle. Gözüm kulağım etrafta oluyor genelde. Çok hikayeye şahit oluyorum. Onları yazmak istedim. Hikayelerin kahramanların isimlerini söylemeyeceğim. Gizlilikten değil bilmediğimden. Siz çevrenizden isimleri bulabilirsiniz.

METAMORFOZ
Ben diyeyim Cüneyt Arkın siz deyin Tom Cruise ondan başlayayım. İstikamet nedeniyle açılmayan kapının oradayım. Bir baktım filmlerden çıkmış bir karizma karşımda. Yanında bir güzel kız. Çocuk, gururlu, edalı dikilmiş bir dikitin yanında. Kız ona sıkı sıkıya sarılmış. Kız, kendini tutamıyor. Çocuğun yüzüne gözüne bakıyor. Kollarını okşuyor. Bir iki kelime etmeye çalışıyor. Arkadaş o kadar kendinden emin ki hiç oralı değil. Arada bir iki kelimeyle tepki veriyor o kadar. Sanırsınız balmumundan dökülmüş bir kahraman heykeli. Duraklar durakları takip etti. Ayrılacakları durak geldi. Kız yine yaş mama isteyen kedi gibi sürünerek vedalaştı. Trenden indi. İnerken gözü içerdeydi. El sallıyordu. Kahraman görmedi. Cep telefonunda sörfe başlamıştı. Denk geldi, ona ve bana yetecek iki oturak boşaldı. Tam karşısındaydım. Dimdik duran adam gitmiş başıyla telefona girmeye çalışan başka biri gelmişti. Başının ardından kamburu gözüküyordu. Metamorfoz bu olsa gerek. Pendik’e kadar gittik. Trenden indi. Arkasındaydım. Anne baba şefkatini tahrik edecek bir yalnızlık ve gariplik içinde yürüdü gitti.

İNGİLİZCE SAHNE PERFORMANSI
İngilizce bilmek matah bir şey. Bazıları bu matah şeye sahip olduklarını göstererek var oluyorlar. Tiplerinden yabancı oldukları belli olan orta yaşlı iki adam ve bir kadın, turistlere has bir merakla trendeler. Birden bir hanımefendi kendileriyle diyaloğa başladı. O.. Hi. How Are You? Vs. her kelimeyi Kim Milyoner Olmak İster’e çıkmış gibi büyük ünlemlerle herkese duyuruyordu. Bir iki durak kadar kısa bir sürede baya bir kaynatmaya başladılar. İngilizcesiyle kadın ilginç bir sahne performansı sergiliyordu. Ne kadar üniversal bir insan olduğunu göstermenin coşkusu her an artıyordu. Çevredeki herkes gördü. Gururluydu. İneceği durak geldi. Adamlardan başladı, 50 yıllık dostlarmış gibi sarıldı. Uzun boylu adama öyle bir sarılması vardı ki sanki dudaklarına yapışacaktı. Kadınla da kadınca kucaklaştı ve indi. İstasyonda yürürken kendini gerçekleştirmiş bir insan olarak kayboldu. O ininceye kadar yabancıları İngiliz sanıyordum. O indikten sonra Alman ya da Avusturyalı olduklarını anladım. Almanca konuşuyorlardı. Türkiye ne kadar sürprizlerle dolu diye bakışırken gidecekleri durağı kaçırmamak yine teyakkuza geçtiler.

NE GÜNLERE KALDIK
Erenköy durağıydı sanıyorum. Doğduktan sonra boyu fazla uzamamış bir abla bindi trene. Ben diyeyim 70 siz deyin 80 yaşında. Tiril tiril giyinmişti. Pantolonu, ceketi, ayakkabıları bir davete gitme titizliğindeydi. Açılmayan kapıda tutamaklardan birine sığındı. Tren çok doluydu. Boş yer yoktu. Kim bindi, kim indi, kimin oturmaya ihtiyacı var? Kimsenin derdi değildi. Alıcı gözlerle bütün vagonu süzdü. Kendisine döndü. Biraz sonra bir telefon geldi. Açtı. Muhtemelen oğluydu. Nereye gideceğini sormuş olmalı. Beylikdüzü’ne diye cevap verdi. Karşıdaki ne dedi bilmiyorum ama o cevap verdi; “daha neler, ne kalması, nerede kalayım, tabi ki döneceğim” dedi. Telefonu kapattı. Söğütlüçeşme durağına varmadan önce bir adım öne attı. “Ne günlere kaldık, kimse farkımda değil” dercesine trene bir göz attı. İnme kapısına yanaştı. Durakta indi, istasyonda kibar adımlarla ilerlemeye başladı.

MÜCAHİDE
Hafta içi yolcu profiliyle hafta sonu yolcu profili farklı oluyor. Cumartesi günü, kendileriyle birlikte çocuklarını ve tabi ki çocuk arabalarını da birlikte getirenler yoğunlaşıyor. 5 oturakta bir grup oturuyordu. İki genç çift iki çocuk. Çocuk arabaları da önlerinde. Duraklar duraklara ulaşınca anlaşıldı, karşılarındaki 5’li de onlardan. İstanbul gezmesine çıkmışlar. Karşı oturaklar büyük anne, büyük babalar. Çocuklar iki oturak sırası arasında git gel yapıyorlar. Her geçişleri yakınları tarafından büyük bir olay olarak takip ediliyor. Onlar da öyle zannediyorlar. Dedeler tarafından biri yanındaki dedeye şöyle diyor: “Benim kızım hafız olacak. Mücahide olacak.” Genç babalardan birine telefon geliyor. Telefonu çocuklarına yaklaştırıyor. Çocuklarıyla birlikte bir yere gittiği duygusunu telefon üzerinden aktarmaya çalışıyor. Muhtemelen maharetli bir profesyonel. “Ben bugün İstanbul’u gezeceğim.” Diyor. Çocukları da diyaloğun içine katan bir ses tonuyla, onlara da duyurarak: “Galata Kulesi’ne gideceğiz. Topkapı Sarayı’na gideceğiz…”

SİFONU ÇEKİLMİŞ KLOZET
İş dışında hayatı kalmayan insanlar için hafta sonları önemli. Yurt dışında hayatın saati hafta sonlarına kurulu. Cuma akşamdan başlayarak publar, barlar, diskotekler dolup taşıyor. Sabahlar olmasın edasında yaşanıyor iki gün. Hafta sonunun başladığı günler tekinsizlikleri de beraberinde getirebiliyor. Damarlarında alkol olanlar, hafta içi bağlılıklarından boşalanlar dışarıdaki hayatın riskini artırıyor. Daha önce görmemiştim. İlk kez şahit oldum. Saat Cuma Akşam 10:40 gibi. Marmaray güzel güzel ilerliyor. Bir yerlerden bir uğultu başladı. Taşkınlık yapanlar var ama görülmüyorlar. Birkaç kadın o yönden daha güvenli olduğunu düşündükleri bizim tarafa doğru geldiler. Lise çağında olduğunu tahmin ettiğim gençler… Yanımda oturan kadın yanında oturan kadına; “kendilerince eğleniyorlar” diyor. İki tane gencecik kız tren içinde bir o yana bir bu yana gidip geliyorlar. Önce taşkınlık yapanlardan rahatsız olanlar sınıfından sandım. Sonra bizzat o gruptan olduklarını anladım. Kızlar çok küçükler. Birinin üzerindeki mini etek, etekli çocuk bezi gibi duruyor. Diğeri, henüz çay taşımayı öğrenmiş sevimli bir ev kızı gibi. Ama dişi kangrular gibi bir o yana bir bu yana gidip duruyorlar. Birkaç durak sonra tren seyrekleşti. Çocuklar daha görünür oldular. Şımarık ama zararsız görünüyorlardı. Trendekiler de alıştı. Azmi Özcan Hoca’nın Sömürgecilik kitabına daldım. Muazzam bir sesle irkildim. “Adem” diye höykürdü biri. O nasıl yüksek bir sesti. Kafamı kaldırdım. Uzaktan gördüğüme göre grubun içindeki en irisi ağzında sigara, vagon içinde bir yandan yürüyor, bir yandan birinin adını bağırıyordu. Babası kendisini korkutmak için böyle bağırıyor olmalı. Hedefine odaklanmış vahşi bir köpek gibi geçip gitti. Pendik durağına vardık. Kadınların bir kısmı onların dağılmasını beklemek için arkada kaldı. İki kız; “güvenlik niye yok metroda” diye yakınıyordu. Çocukların ardından gittim. Acınacak kadar ufacıktılar. Merdivenlerden inmeden önce hepsi birer sigara yaktı. Kalabalık pasaja doğru aktılar. “Biz yok değiliz, burdayız” diyorlardı. Koridora indiğimizde hepsi kayboldu. Sifonu çekilmiş bir klozette atıklar nasıl kayboluyorsa kalabalığın içinde öyle kayboldular.

BU MEMLEKETİN EN BÜYÜK MESELESİ
Tesettürlü bir hanımefendi bindi trene, nişanlısı olduğunu sandığım bir adamla. Tutunduğum dikmeye tutundular önce. Sonra oturakların önüne geçtiler. Oturakların önünde kadın elindeki boş şaşal şişesini düşürdü. Büyük bir kabahat işlediğini düşünen küçük bir kız gibi mahcup oldu. Adam davranmadı. Kadın eğildi, düşürdüğü boş şaşal şişesini yerden aldı. Mahçup bir edayla başını öte yana çevirdi. Kendine güldü. Neden sonra tekrar benim bulunduğum yere geldiler. Kadının elinde iki tane boş şaşal şişesi vardı. Birisi muhtemelen adamın boş şişesiydi. Sağdan soldan konuşuyorlardı. Adam arif bir havadaydı. “Bence bu ülkenin en büyük problemi” diye bir cümleye başladı. Kadının cümleyle ilgisi yoktu. “Bırak bu işleri ne güzel bir aradayız” edasıyla baktı adama. Adam, meselenin ciddi olduğunu ifade eden bir göz hareketiyle kadını bastırdı. Kadın adamı kesmeden dinlemeye başladı. Psikolojiden, sosyolojiden vs. bahsediyordu. İnecekleri durak çabuk geldi. Adam Lacost ayakkabılarını göstere göstere yürüdü. İçine nasıl girdiği meçhul dar pantolonundan her yeri taşıyordu. Network tişörtü ve artistik gözlüğünden: “ben buralarda gezmem ama ne yapalım” cümlesi akıyordu.

ONLARCA BÖYLE ADAM VAR
Pendik’te duraktan inince her gün başka bir güzergahtan eve yürüyorum. O gün 19 Mayıs Caddesi’nden yürümek istedim. İstanbul’un en güzel ve en eski açık alışveriş merkezidir. Salına salına yürüdüm. 23 Nisan Caddesi kesişimine geldim. Sağa döndüm. Yerde bir adam. Önünde bira şişeleri var. Evsizler gibi durmuyor. Yüzü gözü kan içinde ya bir yere çarpmış ya dayak yemiş. Hayata dair çok az şey var bakışlarında. Biraz baktım. Yapılabilecek bir şey olmadığına kanaat getirince yoluma devam ettim. Hemen yanı başında bir arabanın içinde 2 genç sohbet ediyordu. Başka bir arabada bir kadın oturuyordu. Onlar da görüyorlardı. Gelen geçen çok fazla önemsemeden ilerliyordu. 50 metre sonra vicdanım beni geri döndürdü. Süpürgeci bir temizlik personelini gördüm. O bilir, ona sorayım dedim. Sordum. Valla ilk kez gördüm. Ama çok var ağabey. Onlarca böyle adam var sokaklarda dedi. 112’yi aradım. Adamı, konumu tarif ettim. Polis merkezine bağladılar. Bir de onlara tarif ettim. Tamam ekip gönderiyoruz dediler.

GRİ SU
Marmaray’da talihi açık olanlardanım. Yani genelde oturacak bir yer buluyorum. Ama o gün bulamadım. Ayaklarım beni taşımaya isyan ediyor. Duraklar geçmek bilmiyor. Bir cennet gibi bekliyorum Ayrılık Çeşmesine varmayı. Vardım. Ayaklarım bir ton. Bacaklarımı çekmekte zorlanıyorum. Hemen metronun girişinde bir kafe var. Orada bir çay içeyim. Soluklanayım. Girdim içeri. Self servismiş. Bir çay istedim. 30 lira. Aldım. Geçtim bir yere oturdum. 50 kişi oturacak yerde 3 kişi varız. Nedenini birazdan anladım. Çayı içmeye davrandım çay beni içme diye direndi. Tamam mekan kirası, giderler şu bu 30 lira da verdiğin çay olsun be kardeşim. Afedersiniz atık sudan arıtılmış gri su gibi. Ayıp olmasın diye bir iki yudum aldım. Biraz dinlendim. Çayı masada bıraktım. Belki utanırlar da çay yaparlar diye düşündüm. Başka bir şey demeden çıktım. Tam o sırada skuterla bir çocuk geçti. Şendi. Şarkı söylüyordu: “Yaz tahtaya bir daha sarı çizmeli Mehmet ağa bir gün öder hesabı… yaz dostum.” Yazdım.

Görsel: ChatGPT Image Generator

Yorum bırakın