BEN VARIM VE BURADAYIM

Sokak simidi güzel şey. Yanına karper iyi gider. Zeytin, bal, kaşar da olur. Hepsi mevcut. Simidin etrafında bir dünya kurmuş fırıncı. Öyle janjanlı ismi yok. Dükkan apartman altı. Büfe olayazmış da olamamış o kadar küçük. Yarısından fazlası odun fırını. Fırının önünde tezgah var. Bir yandan fırın küreği işliyor bir yandan siparişler ve hesaplar ödeniyor. Çay bir kuytuda biteviye kaynıyor. İki küçük dolapta içecekler ve küçük ambalajlı nevaleler duruyor. Simitler ve poğçalar her dem sıcak. Öyle ki bazen yemek için beklemek gerekiyor. Dükkanın içinde üç küçük masa hizmet veriyor. Dışarıda küçük kahvehane tabureleri ve masaları konulmuş. İçerde 6 dışarıda 8 kişiyi ağırlayabilir. Alıp gidenlerin dışında kalanlar, oturma fırsatı bulduklarında buralarda oturuyorlar.

Eskiden evde kahvaltı hazırlanırdı. Şimdi mutfaklarda bardak çanak, kaşık çatal ve insan sesi azaldı. Yeme içme yerleri çoğaldı. Dükkanın önünde yer bulan çift bahtiyardı. Sonradan sarışın, güneş gözlüklü, şık spor giyimli hanımefendi eşiyle oturdu. Adamın yüzünde tıraş bıçağı arayan bir sakal vardı. Siyah tişörtü hayli giyilmiş olmalıydı. Yakaları nereye gideceklerine karar veremiyordu. Hanımefendiye göre eşi biraz dağınıktı. Kahvaltılarını keyifle yaptılar. Çaylarından birazını sona sakladılar. Tiryakiler bilir sigaraya eşlik eden çay daha bi güzeldir. Kadın yönünü sağa çevirdi. Sigarasını çıkardı, yılların verdiği ustalıkla yakıverdi. Sigaranın dumanına bir tek kendisinin bildiği okunmaz şeyler yazdı. Adam eşine eşlik etmek için sola kaykıldı. O da sigarasını ateşledi. Aralarındaki özel ilişki ne düzeydedir tabi ki bilinmez ama duman yoldaşlıkları iyiydi. Ses manzarası dumanlar kavuşurken değişti. Masadan bir çocuk sesi geldi.
Çocuğu olan çiftler onu belli ederler. Çocuk kendisini belli edinceye kadar onlar belli etmediler. İkisi de bir şey duymamış gibiydi. Çocuk sesi gittikçe arttı. istiflerini bozmadılar. Neden sonra kadın; “Adnan akşama kadar böyle. Neler çekiyorum.” diye yakındı. Boşları toplayan genç görünmeyen çocuğa; “ prenses, ne yapıyorsun, nasılsın” dedi. Masada bir çocuk oldugu öyle kesinlişti. Adamın sigarası bitti; “hesabı ödeyeyim” diyerek yerinden kalktı. O sırada adamın gölgesinde kalan çocuk herkese göründü. Kadın, sigara içme pozisyonunu hiç değiştirmedi. Adam elini çocuğa uzattı. Melek yüzlü çocuk adamın parmağını tuttu. İçeri girerken çocuk annesine el salladı. Eliyle; “Ben varım ve buradayım” dedi.

Bu arada 1 simit, zeytin, bal ve duble çay 48 lira.

Görsel: ChatGPT Image Generator, temsili

İTLAF

Köpekler, kedilerle dolu sokaklar.
Özellikle köpekler önemli bir sorun kaynağı olmaya başladı.
Saldırganlıkları gün geçtikçe artıyor.
Çeteleşerek örgütlü bir tehdit oluşturuyorlar.
Elbet bir sorun. Elbet çözülmeli.
İtlaf, uyutarak, kısırlaştırarak üç şıklı bir açmazla karşı karşıyayız.

Yıllar yıllar önce bu hayvanlar bahçelerimizin sakiniydi.
Köpek dediğin muhteşem bir alarm sistemiydi.
Çok sayıda tehdidi bertaraf ediyordu.
Avlanmaya köpeklerle gidiliyordu.
Ayak işlerine onlar bakıyorlardı.
Sadıktılar.
Kediler haşere ilacı gibiydiler.
Özellikle farelerle mücadeleyle görevlendirmiş birlikler gibi çalışıyorlardı.
İşe yarıyorlardı.
Sonra hayat formumuz değişti.
Bahçelerin, çitlerin dışına apartmanların içine girdik.
Medenileştik. İşimize yarayan hayvanları dışarıda bıraktık.
Can dostlarımız dediğimiz hayvanları evsizleştirerek, sokağın insafına terk ettik.
Bugün ortaya çıkan tehdidi biz ektik, biz büyüttük.

Bu konuda üç seçenekli bir çıkmazın başındayken parkta gittim.
Günlük güneşlik, aydınlık cıvıltılı bir parktı.
Kahramanımızı orada gördüm.
Sakalları uzamıştı. Saçı ile sakala arasında ayrım kalmamıştı.
Çimenlere Afrodit gibi uzanmıştı.
Tecrübeli tiryakiler gibi sigarası ağzındaydı.
Pırıl pırıl parkta leş gibi elbiseleriyle uzanıyordu.
Evsiz olduğu besbelliydi.

Belki bugün değil ama çok yakın gelecekte, evsizler meselesini çözmek için de seçenekler üretecek miyiz? Diye kendime sordum.
Ürkütücü ama uzak bir ihtimal değil.

Vatansız bırakılan milletleri katletmeyi bir hak gördüğümüz gibi evsiz bıraktığımız insanları öldürmeyi de bir olarak görmemiz yakın gibi.
İnsan zalimdir. Boşuna denmemiş.

BERKAY TULGAR

Marmaray Günlükleri – 2

Türk komedi filmlerinden, Murat Menteş romanlarından fırlamışçasına gözüme takıldı. Berkay Tulgar. Yeni saç ekimi yaptırmış, muhtemelen Arap olan yolcunun kafasındaki bandajda yazıyordu. Kafasının ekim yapılmış yerleri dışındaki saçlar sakalı gibi beyazdı. İrice bir adamdı, göbeğinden yemek yemeyi sevdiği de ortadaydı. Google’a “Berkay Tulgar” yazdım. Aynı isimli adamın kliniği çıktı. Eskiden koyun kuzuları damgalarlardı. Adamı öyle damgalamış, mührüyle şehre salmıştı. Gözlüğü gömleğine asılı adam, neredeyse hiç bir yere bakmadan, telefonunu kavrayan iki eliyle oyun oynadı durdu. Sağ elinin dördüncü parmağı kesik gibiydi. Yoksa hırsız mıydı? Dikkat kesildim, değilmiş. Telefonu tutuş biçiminden öyle görünüyormuş.
Adam, Wagnar Lodbrok’un kaçkın oğlu kılıklı, uzun kıvırcık saçlı çocuğun yanına oturmuştu. Çocuk, gözü telefonda, kulağı müzikte olduğu için adamın varlığını hissetmedi bile.
Başında, Racaların serpuşuna benzer bir başlık olan kız adama doğru ayaklarını oynatıyordu. Önce, bir haddini aşma olarak algıladım. Kızın tarafını gözlemeye başladım. Alakası yoktu.
Kız kulaklıklarındaki müziğe ritim tutuyordu.
Yanındaki İlhan İrem tipli adama: “Bak ne güzel oluyor. Beraber yapalım mı?” dedi. Sosyal medyada takipçi yakalamaya çalışan yapmacıklı bir ton vardı sesinde. Adam başıyla olur verdi. Kulaklık paylaştıklarını o zaman farkettim. Gece gece taktıkları güneş gözlüklerinden olsa gerek, farketmemişim. Kız sol bacağını, adam sağ bacağını öteki bacaklarının üzerinden geçirdi. Bir çift ayak meydanda buluştu. Yalnız kendilerinin duyduğu müziğin ritmiyle ayakları kendi eksenlerinde dans etmeye başladı. Müzik bitti. Başarmış ya da birlikte bir şey yapmış olmaktan mutluydular.
“Çekelim” dedi kız. Yeniden başladılar. Kayıt aldılar. Sonra adam kaydı editleyip bir yerlere yüklemeye girişti.
Kız; “Kim görecek?” dedi.
Adam; “Arkadşlarım ve arkadaşlarımın arkadaşları” dedi.
Kız nasıl baktıysa adama adam; “benden şüphen mi var?” dedi.
Kız; “hayır, senin?” diye cevapladı.
Kız, uzatma taraftarı değildi. “Kaydı bana da gönder” dedi.
Adam: “Sonra gönderirim” dedi.
Kız; “Şimdi gönder” dedi.
Adam; “Sonra göndersem olmuyor mu?” dedi.
Kız; “Sonraya kalırsa motivasyonum gider” dedi.
Dahasını ben göremedim. Karşı oturaktan iki kişi kalktı Wagnar’ın oğlu kılıklı çocuğun yanındaki Berkay Tulgar bandajlı adam oturağın en ucuna kaydı. İlk durakta klinik reklamıyla birlikte indi gitti.
Yeşil renkli güzel parka giymiş kız telefonla konuşuyordu. Çantası boyunun üçte biri kadar vardı. Oturunca çantanın büyük olmadığını ama boyuna oranının büyük olduğunu farkettim. Kanlı kafasıyla adam karanlığa karışınca ondan boşalan yere oturmuştu. Karşıdaki büyük ihtimalle ne dediğini anlamakta zorluk çekiyordu. Gürültüden olsa gerek.
Tekrar tekrar söyleyince duydum: “Var mı ölen yiten kalıp giden? ” Konuşması bitince ekranda bir uygulama açtı. Bir uçak firmasından uçuşlara baktı. Kafasını kaldırıp durak listesine göz attı, “bu yol bitmez” edasındaydı. İki durak sonra indi. Muhtemelen bitmeyen başka bir yolu vardı.

KOŞARAK GELDİ
Yürüyen merdivenden koşarak geldi. Nefes nefese vagondan girdi. Mutluydu. Çünkü yer vardı. Gözüne en ulaşılabilir olanı kestirdi. 3 kişilik bir oturağın sağ ve solu dolu ortası boştu. Sol oturaktaki yolcu biraz yayılmıştı. Sakalı çocuk olduğunu saklayamayan biriydi. Umarsız oturuyordu. Bir bacağı binen yolcunun gövdesi kadardı. Üstelik bacağının bir kısmı diğer bacağının üstündeydi. Orta oturağın yarısını da işgal ediyordu. Gelen yolcu, “Kaykılır mısın, çekilir misin” türü bir diyaloğa girebilirdi. Girmedi. Orta koltuğa, sanki koltuk büsbütün boşmuş gibi bıraktı kendini. Yayılarak oturan yolcu, bacağını indirdi. Biraz çeki düzen verdi kendine. Reels sörfüne devam etti.

10 PARMAKTA 4 YÜZÜK
Biniş kapısının hemen yanındaki oturakta dikkat çekici bir profil vardı. Başında gölgelikli bir şapka, şapkaya takılmış bir gözlüğü vardı. Telefona gömüldüğü için yüzü tam seçilmiyordu. Sakalları ortadaydı, Rahmani mi şeytani mi pek belli olmayan bir sakal… Siyasi tercihi ayan beyan ortadaydı. Boynuna tercihinin amblemini döğme olarak yaptırmıştı. Kolunda da bir döğme vardı ama kısmen görünüyordu. Muhtemelen mahrem olanlara gösteriyordur geri kalanını. On parmağında 4 yüzük vardı. Her birinin ayrı bir mesajı olmadığına kimse ikna olmaz, mesajın ne olduğunu da o anlatmadan kimse bilemez. Birden şiddetle hapşırdı. Elini ağzına, burnuna götürdü. Akıntılar eline bulaşmıştı. Cilt bakım kremi sürer gibi ellerinde yok etti onları. Kafasını kaldırdı. Durak listesine odaklandı. Daha iyi görmek için sadece gözlerini değil ağzını da açtı. Göremedi. Başındaki gözlüğü gözüne taktı. Dikkatle listeyi inceledi. Ağzı yine açıktı. Bu sefer okuyabildi durak isimlerini iki durak arası bir sürede. Kendine dönerek yolculuğuna devam etti.

KAHRAMAN
Yaşlı bir çift bindi trene. Hareket ondan sonra başladı. Yaşlarından dolayı yer verilmesi beklenirdi. Kimse oralı olmadı. Kahramanımız onları farketti. O da hayli yaşlıydı. Üzerinde kolsuz bir yelek vardı, kucağında ufacık bir çocuk. Çocukla birlikte zıpkın gibi fırladı kalktı. Yaşlı kadına yer verdi. Yaşlı kadın oturmak istemedi. Adam ısrar etti. Başka sesler de çıktı etraftan. Oralı olmadı. Kadını yerine oturttu. Teşekkür faslı devam ederken tren hareket etti. Yeleğinin altında bir saha çalışanı olduğunu belli eden reflektörlü pantolonuyla kahraman sarsıldı. Karşı oturaktan genç bir kadın fırladı. Ver bana diyerek çocuğu kucağına aldı. Çocuk arabasına özenle oturttu. Adamın kızı çocuğun annesi olmalı. Yer vermek isteyenler oldu. Birazdan ineceğiz diyerek hem adam hem de kızı teklifleri reddetti. Tren ilerlemeye başladı. Adam ve kızı kendi aralarında konuşuyorlardı. Arabasına yerleşmiş çocuk biraz ses çıkarınca kahraman: “insanları rahatsız etme” diye çocuğu ikaz etti. İlk durakta inmediler. İkinci durakta inecek gibi hazırlandılar. Tren durayazınca adam yer verdiği kadının yanındaki kadına elini uzattı. Hareket zorluğu yaşayacak kadar yaşlı bir kadındı. Önce kadının elinden tuttu sonra koluna girdi. Annesi olmalıydı. İnip yollarına gittiler.
Yaşlı teyzenin yanında trene binen diğer adam karşı oturakta boşluk olunca oraya oturuverdi. Hayli meraklı biriydi. Merağını göstermekten çekinmiyordu. Yanı başında kafa kulaklığıyla telefonunda bir şeyler yapan kızın ekranında ne varsa takip etmeye başladı. Hayat arkadaşının yanı boşalınca oraya geçti. Huylu huyundan vazgeçmiyor. Bu sefer sağındaki kadının telefonundaki filmi onunla birlikte izlemeye başladı. Kadın; “Acaba” faslından sonra adamın telefonunu kendisiyle birlikte izlediğine emin oldu. Sağ kulağındaki kulaklığı çıkardı. Amcaya doğru döndü. Eliyle “bakma telefonuma” işareti yaptı. Adam teyzeye doğru döndü. Teyze kucağındaki torbadaki ekmekleri eliyle yokladı. Her şeyin yerli yerinde olduğuna kani olunca rahatladı.

MART KEDİLERİ
Dilber dizisinden çıkan kadın o sırada bindi trene. Uzun boyluydu. Yanında kendinden uzun bir genç vardı. Henüz kilo alma devri başlamamıştı gencin. 20’li yılların sonunu yaşıyor olmalıydı. Balık etli kadının boyu gençle yarışır düzeydeydi. Kilo mevzusunda biraz dertliydi. Yataktan çıkar çıkmaz üzerine pratik bir şey giymişti. Dekoltesiyle üst bacakları arasında askılı bir elbise vardı. Mart kedileri gibi gence ilgi gösteriyordu. Alnından, burnundan, yanağından… neresi denk gelirse oradan bir buse alıyordu. Genç de boş durmuyordu. Kadın ne yapıyorsa misliyle o da yaptı. Sonra mahrem bir sohbete başladılar. Kulaktan kulağa bir şeyler söylediler. Kadın sinirlenmiş gibi yaptı. Bir şeyler söyledi. Genç karşılık verdi. Bir tiyatro sahnesinde zor bulunur jestler, mimikler havada uçuşuyordu. Kız ardını dönüp kapıya yöneldi. Gence sırtını döndü. Gören birbirlerini tanımıyor sanırdı. Bir durak böyle gitti. Diğer kapıya dönen genç dönüp bakmadı bile. Takip eden durakta kadın büyük bir hasretle gencin yanına geri döndü. Hiçbir şey olmamış gibi sevgi gösterileri yapıyordu. Gencin yetişebildiği yerlerini öpüyor, yetişemedikleri yerlerini ayaklarının üzerine yükselerek öpmeye çalışıyordu. Duraklarına geldiler sahneden indiler.

YAZ DOSTUM

Marmaray Günlükleri – 1

Bir uçtan bir uca Marmaray: 43 Durak. 72 kilometre. 109 Dakika. Demirler üzerinde insanlar akıyor Avrupa’dan Asya’ya, Asya’dan Avrupa’ya. İpekten hayatlar, su verilmiş çelikten olanlar, yediğinden yerinde duramayanlar, bacakları taşıdığı gövdeye isyan edenler, şımarıklar, efendi efendi gidenler, hormonlarını ortaya boca edenler, ormanda varlık gösterisi yapanlar, bir tefrişat salonundaymış edası takılanlar… var da var. Her seferde insan hikayelerinin resmi geçidi var.

İKİ DURAK ARASI
Osmanlı döneminde ordu sefere çıkarken, hac kafileleri yola revan olurken o zamanlar Üsküdar sınırlarındaki bir çeşmeden uğurlanırmış. Gel zaman git zaman o çeşmenin adı Ayrılık Çeşmesi olmuş. Şimdi daha çok Marmaray Durağı olmakla biliniyor. Benim durağım. Kadıköy tarafından bir yere giderken Ayrılık Çeşmesi’nden dahil oluyorum Marmaray dünyasına.
Zaman zaman denizin altından geçtiğim de oluyor ama genelde rotam Pendik – Ayrılık Çeşmesi, Ayrılık Çeşmesi – Pendik. Pendik güzel ilçe. Vaktiyle adalar başta olmak üzere İstanbul’un sebze meyve ambarıymış. Büyümüş, serpilmiş, genişlemiş İstanbul ulaşım akslarının kesiştiği yer olmuş. İnsan doğduğu yeri nasıl severse ben de Pendik’i öyle severim.

Çok İstanbul Kart kaybettim. Cep telefonuma indirmeye direndim. Çünkü her hareketinizi Big Brother’a emanet etmiş oluyorsunuz. Öyle oldu böyle oldu İstanbul Kart uygulaması cep telefonumda baş köşeye oturdu. Turnikelerde QR Code (Quick Response = Hızlı Cevap) zaman zaman takılsa da, takılıyorum kendisiyle. Gözüm kulağım etrafta oluyor genelde. Çok hikayeye şahit oluyorum. Onları yazmak istedim. Hikayelerin kahramanların isimlerini söylemeyeceğim. Gizlilikten değil bilmediğimden. Siz çevrenizden isimleri bulabilirsiniz.

METAMORFOZ
Ben diyeyim Cüneyt Arkın siz deyin Tom Cruise ondan başlayayım. İstikamet nedeniyle açılmayan kapının oradayım. Bir baktım filmlerden çıkmış bir karizma karşımda. Yanında bir güzel kız. Çocuk, gururlu, edalı dikilmiş bir dikitin yanında. Kız ona sıkı sıkıya sarılmış. Kız, kendini tutamıyor. Çocuğun yüzüne gözüne bakıyor. Kollarını okşuyor. Bir iki kelime etmeye çalışıyor. Arkadaş o kadar kendinden emin ki hiç oralı değil. Arada bir iki kelimeyle tepki veriyor o kadar. Sanırsınız balmumundan dökülmüş bir kahraman heykeli. Duraklar durakları takip etti. Ayrılacakları durak geldi. Kız yine yaş mama isteyen kedi gibi sürünerek vedalaştı. Trenden indi. İnerken gözü içerdeydi. El sallıyordu. Kahraman görmedi. Cep telefonunda sörfe başlamıştı. Denk geldi, ona ve bana yetecek iki oturak boşaldı. Tam karşısındaydım. Dimdik duran adam gitmiş başıyla telefona girmeye çalışan başka biri gelmişti. Başının ardından kamburu gözüküyordu. Metamorfoz bu olsa gerek. Pendik’e kadar gittik. Trenden indi. Arkasındaydım. Anne baba şefkatini tahrik edecek bir yalnızlık ve gariplik içinde yürüdü gitti.

İNGİLİZCE SAHNE PERFORMANSI
İngilizce bilmek matah bir şey. Bazıları bu matah şeye sahip olduklarını göstererek var oluyorlar. Tiplerinden yabancı oldukları belli olan orta yaşlı iki adam ve bir kadın, turistlere has bir merakla trendeler. Birden bir hanımefendi kendileriyle diyaloğa başladı. O.. Hi. How Are You? Vs. her kelimeyi Kim Milyoner Olmak İster’e çıkmış gibi büyük ünlemlerle herkese duyuruyordu. Bir iki durak kadar kısa bir sürede baya bir kaynatmaya başladılar. İngilizcesiyle kadın ilginç bir sahne performansı sergiliyordu. Ne kadar üniversal bir insan olduğunu göstermenin coşkusu her an artıyordu. Çevredeki herkes gördü. Gururluydu. İneceği durak geldi. Adamlardan başladı, 50 yıllık dostlarmış gibi sarıldı. Uzun boylu adama öyle bir sarılması vardı ki sanki dudaklarına yapışacaktı. Kadınla da kadınca kucaklaştı ve indi. İstasyonda yürürken kendini gerçekleştirmiş bir insan olarak kayboldu. O ininceye kadar yabancıları İngiliz sanıyordum. O indikten sonra Alman ya da Avusturyalı olduklarını anladım. Almanca konuşuyorlardı. Türkiye ne kadar sürprizlerle dolu diye bakışırken gidecekleri durağı kaçırmamak yine teyakkuza geçtiler.

NE GÜNLERE KALDIK
Erenköy durağıydı sanıyorum. Doğduktan sonra boyu fazla uzamamış bir abla bindi trene. Ben diyeyim 70 siz deyin 80 yaşında. Tiril tiril giyinmişti. Pantolonu, ceketi, ayakkabıları bir davete gitme titizliğindeydi. Açılmayan kapıda tutamaklardan birine sığındı. Tren çok doluydu. Boş yer yoktu. Kim bindi, kim indi, kimin oturmaya ihtiyacı var? Kimsenin derdi değildi. Alıcı gözlerle bütün vagonu süzdü. Kendisine döndü. Biraz sonra bir telefon geldi. Açtı. Muhtemelen oğluydu. Nereye gideceğini sormuş olmalı. Beylikdüzü’ne diye cevap verdi. Karşıdaki ne dedi bilmiyorum ama o cevap verdi; “daha neler, ne kalması, nerede kalayım, tabi ki döneceğim” dedi. Telefonu kapattı. Söğütlüçeşme durağına varmadan önce bir adım öne attı. “Ne günlere kaldık, kimse farkımda değil” dercesine trene bir göz attı. İnme kapısına yanaştı. Durakta indi, istasyonda kibar adımlarla ilerlemeye başladı.

MÜCAHİDE
Hafta içi yolcu profiliyle hafta sonu yolcu profili farklı oluyor. Cumartesi günü, kendileriyle birlikte çocuklarını ve tabi ki çocuk arabalarını da birlikte getirenler yoğunlaşıyor. 5 oturakta bir grup oturuyordu. İki genç çift iki çocuk. Çocuk arabaları da önlerinde. Duraklar duraklara ulaşınca anlaşıldı, karşılarındaki 5’li de onlardan. İstanbul gezmesine çıkmışlar. Karşı oturaklar büyük anne, büyük babalar. Çocuklar iki oturak sırası arasında git gel yapıyorlar. Her geçişleri yakınları tarafından büyük bir olay olarak takip ediliyor. Onlar da öyle zannediyorlar. Dedeler tarafından biri yanındaki dedeye şöyle diyor: “Benim kızım hafız olacak. Mücahide olacak.” Genç babalardan birine telefon geliyor. Telefonu çocuklarına yaklaştırıyor. Çocuklarıyla birlikte bir yere gittiği duygusunu telefon üzerinden aktarmaya çalışıyor. Muhtemelen maharetli bir profesyonel. “Ben bugün İstanbul’u gezeceğim.” Diyor. Çocukları da diyaloğun içine katan bir ses tonuyla, onlara da duyurarak: “Galata Kulesi’ne gideceğiz. Topkapı Sarayı’na gideceğiz…”

SİFONU ÇEKİLMİŞ KLOZET
İş dışında hayatı kalmayan insanlar için hafta sonları önemli. Yurt dışında hayatın saati hafta sonlarına kurulu. Cuma akşamdan başlayarak publar, barlar, diskotekler dolup taşıyor. Sabahlar olmasın edasında yaşanıyor iki gün. Hafta sonunun başladığı günler tekinsizlikleri de beraberinde getirebiliyor. Damarlarında alkol olanlar, hafta içi bağlılıklarından boşalanlar dışarıdaki hayatın riskini artırıyor. Daha önce görmemiştim. İlk kez şahit oldum. Saat Cuma Akşam 10:40 gibi. Marmaray güzel güzel ilerliyor. Bir yerlerden bir uğultu başladı. Taşkınlık yapanlar var ama görülmüyorlar. Birkaç kadın o yönden daha güvenli olduğunu düşündükleri bizim tarafa doğru geldiler. Lise çağında olduğunu tahmin ettiğim gençler… Yanımda oturan kadın yanında oturan kadına; “kendilerince eğleniyorlar” diyor. İki tane gencecik kız tren içinde bir o yana bir bu yana gidip geliyorlar. Önce taşkınlık yapanlardan rahatsız olanlar sınıfından sandım. Sonra bizzat o gruptan olduklarını anladım. Kızlar çok küçükler. Birinin üzerindeki mini etek, etekli çocuk bezi gibi duruyor. Diğeri, henüz çay taşımayı öğrenmiş sevimli bir ev kızı gibi. Ama dişi kangrular gibi bir o yana bir bu yana gidip duruyorlar. Birkaç durak sonra tren seyrekleşti. Çocuklar daha görünür oldular. Şımarık ama zararsız görünüyorlardı. Trendekiler de alıştı. Azmi Özcan Hoca’nın Sömürgecilik kitabına daldım. Muazzam bir sesle irkildim. “Adem” diye höykürdü biri. O nasıl yüksek bir sesti. Kafamı kaldırdım. Uzaktan gördüğüme göre grubun içindeki en irisi ağzında sigara, vagon içinde bir yandan yürüyor, bir yandan birinin adını bağırıyordu. Babası kendisini korkutmak için böyle bağırıyor olmalı. Hedefine odaklanmış vahşi bir köpek gibi geçip gitti. Pendik durağına vardık. Kadınların bir kısmı onların dağılmasını beklemek için arkada kaldı. İki kız; “güvenlik niye yok metroda” diye yakınıyordu. Çocukların ardından gittim. Acınacak kadar ufacıktılar. Merdivenlerden inmeden önce hepsi birer sigara yaktı. Kalabalık pasaja doğru aktılar. “Biz yok değiliz, burdayız” diyorlardı. Koridora indiğimizde hepsi kayboldu. Sifonu çekilmiş bir klozette atıklar nasıl kayboluyorsa kalabalığın içinde öyle kayboldular.

BU MEMLEKETİN EN BÜYÜK MESELESİ
Tesettürlü bir hanımefendi bindi trene, nişanlısı olduğunu sandığım bir adamla. Tutunduğum dikmeye tutundular önce. Sonra oturakların önüne geçtiler. Oturakların önünde kadın elindeki boş şaşal şişesini düşürdü. Büyük bir kabahat işlediğini düşünen küçük bir kız gibi mahcup oldu. Adam davranmadı. Kadın eğildi, düşürdüğü boş şaşal şişesini yerden aldı. Mahçup bir edayla başını öte yana çevirdi. Kendine güldü. Neden sonra tekrar benim bulunduğum yere geldiler. Kadının elinde iki tane boş şaşal şişesi vardı. Birisi muhtemelen adamın boş şişesiydi. Sağdan soldan konuşuyorlardı. Adam arif bir havadaydı. “Bence bu ülkenin en büyük problemi” diye bir cümleye başladı. Kadının cümleyle ilgisi yoktu. “Bırak bu işleri ne güzel bir aradayız” edasıyla baktı adama. Adam, meselenin ciddi olduğunu ifade eden bir göz hareketiyle kadını bastırdı. Kadın adamı kesmeden dinlemeye başladı. Psikolojiden, sosyolojiden vs. bahsediyordu. İnecekleri durak çabuk geldi. Adam Lacost ayakkabılarını göstere göstere yürüdü. İçine nasıl girdiği meçhul dar pantolonundan her yeri taşıyordu. Network tişörtü ve artistik gözlüğünden: “ben buralarda gezmem ama ne yapalım” cümlesi akıyordu.

ONLARCA BÖYLE ADAM VAR
Pendik’te duraktan inince her gün başka bir güzergahtan eve yürüyorum. O gün 19 Mayıs Caddesi’nden yürümek istedim. İstanbul’un en güzel ve en eski açık alışveriş merkezidir. Salına salına yürüdüm. 23 Nisan Caddesi kesişimine geldim. Sağa döndüm. Yerde bir adam. Önünde bira şişeleri var. Evsizler gibi durmuyor. Yüzü gözü kan içinde ya bir yere çarpmış ya dayak yemiş. Hayata dair çok az şey var bakışlarında. Biraz baktım. Yapılabilecek bir şey olmadığına kanaat getirince yoluma devam ettim. Hemen yanı başında bir arabanın içinde 2 genç sohbet ediyordu. Başka bir arabada bir kadın oturuyordu. Onlar da görüyorlardı. Gelen geçen çok fazla önemsemeden ilerliyordu. 50 metre sonra vicdanım beni geri döndürdü. Süpürgeci bir temizlik personelini gördüm. O bilir, ona sorayım dedim. Sordum. Valla ilk kez gördüm. Ama çok var ağabey. Onlarca böyle adam var sokaklarda dedi. 112’yi aradım. Adamı, konumu tarif ettim. Polis merkezine bağladılar. Bir de onlara tarif ettim. Tamam ekip gönderiyoruz dediler.

GRİ SU
Marmaray’da talihi açık olanlardanım. Yani genelde oturacak bir yer buluyorum. Ama o gün bulamadım. Ayaklarım beni taşımaya isyan ediyor. Duraklar geçmek bilmiyor. Bir cennet gibi bekliyorum Ayrılık Çeşmesine varmayı. Vardım. Ayaklarım bir ton. Bacaklarımı çekmekte zorlanıyorum. Hemen metronun girişinde bir kafe var. Orada bir çay içeyim. Soluklanayım. Girdim içeri. Self servismiş. Bir çay istedim. 30 lira. Aldım. Geçtim bir yere oturdum. 50 kişi oturacak yerde 3 kişi varız. Nedenini birazdan anladım. Çayı içmeye davrandım çay beni içme diye direndi. Tamam mekan kirası, giderler şu bu 30 lira da verdiğin çay olsun be kardeşim. Afedersiniz atık sudan arıtılmış gri su gibi. Ayıp olmasın diye bir iki yudum aldım. Biraz dinlendim. Çayı masada bıraktım. Belki utanırlar da çay yaparlar diye düşündüm. Başka bir şey demeden çıktım. Tam o sırada skuterla bir çocuk geçti. Şendi. Şarkı söylüyordu: “Yaz tahtaya bir daha sarı çizmeli Mehmet ağa bir gün öder hesabı… yaz dostum.” Yazdım.

Görsel: ChatGPT Image Generator

HAKİKAT

31 MART 2024 – 12

Her topluluk aynı zamanda farklılıkların toplamı. İçinde iyisi var kötüsü var, güzeli var çirkini var, ahlaklısı var ahlaksızı var. Topluluğu var eden çerçeve tekil olanları bir arada tutsa da farklılıkları yok etmiyor. Siyasi düzlemin toplulukları partiler. Partiler envai çeşit insandan oluşuyorlar. İçindeki tekil insanlar siyasi partiyi mutlak iyi ya da mutlak kötü yapmıyor. Münferit olaylar da öyle. CHP için böyle olduğu gibi AK Parti de böyle.

AK Parti ve benzer partilerle CHP ve benzer partiler arasındaki fark, partiler içindeki bireylerin kimliklerinden kaynaklanmıyor. Bu siyasi toplulukları bir arada tutan kabuller ve hedeflerden kaynaklanıyor. Vatan, millet, bayrak, tarih, bugün ve geleceğe yükledikleri anlam asıl farkı oluşturuyor. AK Parti yenilmiş ve fakat ezilmemiş dolayısıyla tekrar ayakları üzerinde doğrulduğunda dünyaya nizam verecek bir ülke tasavvuruna sahip olmayı öngörürken, CHP ve benzerleri yenilmiş ve yeni sınırlarında, eski sınırlarındaki haklarından vazgeçerek zafer sahipleriyle içerde ve dışarda uyum içinde yaşamayı var olmak için gerek ve yeter şart olarak öngörüyor.

İki kanadın mücadelesi gerçek anlamda AK Parti’nin kuruluşuyla başladı. Daha önce mücadele imkanı dahi yoktu. Zira CHP’nin kendisi seçimle iktidara gelemese dahi anlayışı mutlak muktedirdi. İki görüşün vatandaş karşısındaki mücadelesinde vatandaşın tercihi AK Parti’nin görüşünden yana oldu. Hep öyle olmuştu ama daha önce bu görüşün iktidar olması mümkün olmamıştı. 22 yıllık bu süreç CHP için hayli öğretici oldu. Milletin değerleriyle, örfüyle, ananesiyle, inancıyla kavga etmemeyi benimsediler. Eksenleri değişmedi ama iktidarı belirleyen güçle aynı dili konuşmayı öğrendiler. “Mış gibi” yapsalar da milletin önemli bir kısmı için bir ihtimal olmayı başardılar.

31 Mart 2024 seçimleri, yenilmiş ve zaferin sahipleriyle uzlaşmış, onlarla tek vücut olmuş blok tarafından temkinli bir coşkuyla karşılandı. Sonuçlar bir genel iktidara işaret etmedi. Ancak ilk kez millet oyuyla genel iktidar ışığını yaktı. Dikkat edilirse kimse bir şımarıklıkla erken genel seçim istemedi. Kabul edilebilir makul bir tutarlılık geliştirildi. Zira 14 Mayıs Genel Seçimlerinde AK Parti’nin oyu 36.30 olduğu halde Cumhurbaşkanlığı’nı Recep Tayyip Erdoğan kazanmıştı. Şimdi de AK Parti’nin oranı %35,48’di.

Her iki topluluğun vitrinindeki figürlerin değişmesinin esastaki farkı gölgelediği yadsınamaz. Bu gölgeleme AK Parti ve CHP’nin millet nezdinde yarışabilir hale gelmesinin önemli sebepleri arasında yer aldı. AK Parti’nin ezo gelin, kuru fasulye, kebap sevenleri vitrinden çekilirken ıstakoz, köri soslu tavuk, steak tercih edenleri vitrine çıktı. CHP’de ise domuz bonfile, bilmem kaç yıllık şarap, steak tercih edenleri vitrinden çekilirken musakka, kebap, su tercih edenleri vitrine yerleşti. AK Parti’deki değişim şımarık ve şovuyla var olanların gerçek kitleyi görünmez hale getirmesiyle gerçekleşirken CHP’deki değişim bir stratejinin sonucu olarak gerçekleşti.

Istakoz tercih eden, imkanları elverdiği için rolex saat takanlar: “yenildik ama ezilmedik dünyaya biz nizam vereceğiz” diyen milletin kahir ekseriyeti tarafından kabullenilmedi. Domuz bonfile yiyenlerle aynı kaderde buluştular. Yurtta sulh cihanda sulhçüler AK Parti’deki bu azınlığın azınlık olmadığı, AK Parti kadrolarının tamamının bu şekilde olduğu tezini ısrarla işlediler. Yediği ıstakozu göstermeyi bir var olma gösterisine dönüştüren AK Parti’nin varlık gerekçesiyle uzaktan yakından ilgisi olmayan vekile bir gazeteci şöyle diyordu: “o öyle kuru kuru yenilmez”. Istakozun içkiyle yenileceğini söylüyordu. Satır arasından vahşi bir saldırı yapıyordu aslında. “temsil ettiğin kitle kim ıstakoz yemek kim” diyordu.Çünkü Istakoz yemek imtiyazı onların bloğunun hakkıydı. Bir başkası Istakoz gündeminin hayati olduğunun altını çiziyordu. “Canan Kaftancıoğlu domuz yedi diye yapmadığınızı bırakmadınız bu da haram” diyerek domuzla ıstakozu eşleştiriyordu. Hükmü dayanaksız olsa da “domuz yeme hürriyeti”ne saygı istiyordu.

Vitrindeki istemli ve istemsiz değişim AK Parti ve CHP’yi var eden temel gerekçe ile kitlelerde esas itibarıyla bir farklılık oluşturmadı. Belki CHP’yi desteklemeyi övünülecek bir hale dönüştürmedi ama AK Partiyi desteklemeyi neredeyse utanılacak bir duruşa dönüştürdü. Bu dönüşüme klasik ve dijital medyada batı eksenli, seküler kitle büyük katkı sundu. İstikrarlı, grup bilinci olan, mecra kullanım kabiliyeti gelişen içerik üreticileri bunu sağladılar. Dış bir aklın burada iş başında olduğu elde edilen başarıyı açıklamada yetersiz. İçerik üretici kitlede ortak bilince dönüşmüş bir refleksle bunu başardılar. Hakikatin yerine sürekli boca ettikleri doğru yanlış bilgi bombardımanıyla yeni bir hakikatin temelini attılar.
31 Mart 2024 seçim verilerine bakıldığında, genel iktidar için CHP’yi eşit ihtimallerden birine dönüştürdüler. Bu dönüşüm net avantajlı bir ihtimal olmadığından seçimin arkasından daha önce başlayan kampanyalarını genişleterek ve büyük bir kararlılıkla sürdürmeye devam ettiler. Şu ya da bu şekilde AK Partiyle ilişkisi olan her kişiyi ve işi sağlığı tartışılır bilgi ve bilgi kırıntılarıyla itibarsızlaştırma çabalarını şiddetlendirdiler.

Küçük büyük yönetim devirlerinde yeni gelen yönetimlerin eski yönetimlerle ilgili istifham oluşturması bilindik bir durum. İnsanları yeninin iyi ya da daha iyi olduğuna ikna etmek için eskinin kötü olduğu telkin edilir. 31 Mart 2024 seçimlerinden sonra AK Parti’deyken CHP’ye geçen belediyelerle ilgili tam olarak bu yapıldı. AK Parti yönetimlerinin yanlış yaptıklarına dair kamuoyu algısını beslemek üzere borçlar üzerinden adeta bir kampanya organize edildi. Belediyelerin borçları belediye binalarına asıldı. Aslında bu borçlar seçilenlerin de bizzat bildiği borçlardı. Belediye geliriyle kıyaslandığında çoğunlukla makul olan borçlardı. Bu borçlara karşın belediyenin gelirleri var. Gelirleri hiç asmadılar hep borçları astılar duvarlara. Eğer CHP İstanbul’u kaybetse seçim tarihi itibarıyla İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin 190 milyar lira borcu vardı. Bu borç belediye binalarına bir yafta gibi asılan toplam borçtan daha yüksek bir borçtu. Ama bir önemi yoktu. Kötü borç AK Partililerin borcuydu. Seçimi takiben CHP’li İBB yönetimi İBB meclisinden yaklaşık 12 milyar lira borçlanma yetkisi aldı. Bu borçlanma yetkisini bayram havasında haberleştirenler, AK Partili eski belediye yönetimlerinin gelirlerine ve yaptıkları işlere göre normal olan borçlarını idam ipi gibi kullandılar. Borçları asarken muratları “çalmışlar çırpmışlar” algısını oluşturmaktı. Enfermasyon bombardımanıyla neredeyse muratlarına erdiler.

Sancaktepe Belediyesi’nin AK Partili kadın başkanını belediye binasına jakuzi yaptırmakla suçladılar. Yakuzi’de kimler yıkanıyordu? diyerek hanımefendinin iffetine bile saldırdılar. Binada yakuzi çıkmayınca pişkin pişkin “yakuzi ne ki ne israflar var” diye debelendiler. 3 ay önce 5 ay önce yapılmış ihalelerin sözleşmelerinin imzalanmasını mal kaçırmak gibi anlattılar. Ekrem İmamoğlu’nun mal beyanında yazmayı unuttuğu 1,5 milyar değerindeki villalarına dönüp bakmayanlar kamu hizmeti için yapılan binaları eski belediye başkanının konfor düşkünlüğüyle ambalajladılar. Oysa kamu binaları yeni belediye başkanıyla birlikte yine kamunundu İmamoğlu’nun villaları yine kayıtta yoktu. Belediye Borçları ve israf üzerinde AK Parti’ye yapılan saldırıya AK Parti’den etkili bir cevap gelmedi. Zan altında bırakılan başkanlar kendi kaderlerine terk edildiler. Eski belediye başkanlarına yönelik bu saldırı boşa çıkarılsaydı da kampanyalarına devam edeceklerdi. Ancak saldırdıkları kişilerin sahipsiz bırakılması hızlarını artıran bir etki yaptı.
Suudi Arabistan’da İstiklal Marşı, Trabzon – Fenerbahçe saha olayları, sorunlu ve sonuçsuz Süper Kupa Maçının, İsrail’e olmayan jet yakıtı satışı faturasını AK Partiye çıkarmayı başaranlar CHP’yi avantajlı ihtimale dönüştürmek için kolektif enfermasyon üretimine cesaretle ve engelsiz devam ettiler. Nasıl olsa balya balya, kule kule gayri resmi paraları sorgulaması ya da izah etmesi gerekmeyen bir bloğu temsil ediyorlardı.

Bu minvalde ortaya atılan biriktikçe diriliş bloğuna yönelik istifhamı büyüten batı uyumlu bloğun ürettiği enformasyonla AK Parti iktidarına son verilmesi gerekliliği bir hakikat olarak sabitleniyor. Binlerce, tonlarca asılsız, manipülatif, yalan haber üretiliyor. Çoğu bir açıklama ile yalanlandığı, Dezenformasyonla Mücadele Merkezi işin doğrusunu yazdığı halde olduğu yerde duruyor. On yüz bin yalan içerik dijital ve sosyal medyada sörf yapıyor. Yalan haber ayak izleri o kadar büyüyor ki doğru yanında görülmüyor bile. AK Parti’nin temsil ettiği blokta sözüne itibar edilecek kimse bırakmamaya azmi cezmi kast etmiş gibiler. Bu içerik üretimine pasif değil aktif mukabele edecek bir mekanizma geliştirilmediği taktirde tek dişi kalmış canavara karşı milli dirilişi temsil eden bloğun kaybetmesi kaçınılmaz.

Foto: Chat GPT Image Generator, temsili.

SINIR

31 Mart 2024 – 11

31 Mart yerel seçimlerinde sonuca etki eden hususlardan biri grileşmiş yetki, sorumluluk ve görev sınırları oldu. Grileşen alanda CHP’nin sesi yükseldi. AK Parti’nin sesinin duyulduğu alan daraldı.

Büyük Buluş
Sınır çizmek dünya tarihinin en büyük buluşları arasında. Mülkiyet kavramı sınırlar çeke çeke genişledi. Her sınır yeni ilişkiler tayin etti. Engeller ve hürriyetlere dayanak oldu. Normal ve a normal, helal ve haram, yasal ve yasal olmayan sınırlara göre belirlendi. Birbirine benzeyen, güven içinde birlikte yaşamak isteyen topluluklar özel sınırları da kuşatan genel sınırlar çizdiler. Köyler, beldeler, şehirler, ülkeler tarih sahnesine böyle çıktı.
Her bir sınır kümesi binlerce ilişkinin merkezi oldu. İlişkileri düzenlemek üzere aynı ortak sınırda yaşayan herkesin itaat edeceği düzenleyici otoriteler tesis edildi. Bu otoritelerin en büyüğü olarak “devlet” kuruldu. Toprak, millet, egemenlik, hukuk ve iktidar kavramları devletin sınırlarını belirledi. Bu sınırlar dünyanın farklı yerlerinde farklı insanlar tarafından sonsuz yorumlara konu oldu.

Seçim
Devlet modelleri, yönetim sistemleri, iktidar biçimleri, millet formları, anayasalar, yasalar, siyasi kurumlar, idari yapılar yeryüzünde geçit resmi yaptılar. Halen de yapıyorlar. Bugün için Türkiye’nin tercihi Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemiyle Yönetilen Liberal Demokrasi.
Devletin otoritesini işletmek üzere merkezi yönetim seçimleri yapıyoruz. 5 yılda bir ülke çapındaki bütün iş ve işlemlerin meşru düzenleyicisi olarak Cumhurbaşkanı’nı, hükümeti seçiyoruz. Bizim adımıza denetimi Büyük Millet Meclisi ve yargı organları yapıyor.
Anayasa ve hukuk düzenimizin koyduğu sınırlarda yerel işlerin görülmesi amacıyla ikinci bir seçim daha yapıyoruz. Yerel seçimlerde; muhtarları, belediye başkanlarını, meclis üyelerini, İl Genel Meclisi üyelerini seçiyoruz.

Hükümet ve Belediye
Anayasa Hukuku hükümlerine göre çalışan seçilmiş hükümetin öncelikli görevi devletin temel görevlerini ifa etmek. Bu görevler: Dış Politika, Milli Savunma, Adalet, Sağlık, İç Güvenlik, Eğitim. Ek olarak hükümet ekonomik, sosyal, kültürel, toplumsal gelişmelerin gerektirdiği düzenlemeleri gerçekleştiriyor. Her bir görev yatayda ve dikeyde çok sayıda başlığa ayrılıyor. Bu başlıkların gerekleri ihtisaslaşmış kurumlar eliyle yapılıyor. Bakanlıklar, Genel Müdürlükler, Taşra Teşkilatları bunun için çalışıyorlar. Temel görev tali görev ayrımı olmaksızın bütün görevlerde kırmızı çizgi ülke sınırlarında yaşayan ve devlete vatandaşlık bağıyla bağlı bulunan herkesi eşitlikte buluşturmak. Yürütme Görevi olarak tanımlanan bu görev Cumhurbaşkanı’nda.
İdare Hukuku hükümlerine göre çalışan seçilmiş yerel yönetimlerin görev sınırları hükümetin görev sınırları kadar geniş ve karmaşık değil. Bu yönetimlerin sınırları kanunlarla çok net olarak düzenlenmiş. Muhtarlıkların görev ve yetkilerinin sınırları, 4541 sayılı Şehir ve Kasabalarda Mahalle Muhtar ve İhtiyar Heyetleri Teşkiline Dair Kanunla belirleniyor. Belediyelerin görev yetkilerini ise 5393 sayılı kanun düzenliyor.

Altını çizmek istediğim mevzu belediye ve hükümet arasındaki sınırları ilgilendiriyor. Onun için kanunun belediye görevini tanımladığı maddeyi aynen aktarıyorum : “Belediye: Belde sakinlerinin mahallî müşterek nitelikteki ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulan ve karar organı seçmenler tarafından seçilerek oluşturulan, idarî ve malî
özerkliğe sahip kamu tüzel kişisi”

Seçenek Var
Hükümet ve yerel yönetim iç içe geçmiş sınırlarda hareket etmek zorunda. Uyum zorunlu olmakla birlikte hükümet ve belediyenin aynı siyasi görüş tarafından icrası sistemin verimliliğini artırıyor. Vatandaş hür iradesiyle böyle yapabileceği gibi seçimini farklı siyasi anlayışlardan yana da kullanabiliyor. O vakit özellikle gri alanlarda problemler yaşanıyor. Millet bu tercihiyle siyasi denge ve denetimi güçlendirebiliyor. Buna çokça şahit olduk.
28 Mayıs 2023 seçimlerinde millet iradesi hükümet olmak üzere Cumhurbaşkanı olarak Recep Tayyip Erdoğan’ı, AK Parti ve MHP’den oluşan Cumhur İttifakı’nı iktidara getirdi. 31 Mart 2024 yerel seçimlerinde ise ülkenin önemli bir kısmında iradesini Cumhuriyet Halk Partisi’nden yana kullandı. Özellikle büyükşehirlerde belediye başkanlıklarını farklı bir partiye teslim etti. Bir anlamda seçeneksiz olmadığını söyledi.

Hükümet Belediyenin İşini Yaptı
31 Mart 2019 seçimlerinde seçmen, belli başlı büyükşehirlerde tercihini bu yönde yapmıştı. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilen Ekrem İmamoğlu, hükümetin kendilerini kısıtladığı ile ilgili bir iddia ortaya atmış bu iddiasını kendi seçmenine bir gerçek olarak benimsetmeyi başarmıştı. Oysa durum hiç de öyle değildi. Aksine AK Parti Hükümeti, kendi görev ve sorumluluklarına bakmaksızın İstanbul’a sayısız pozitif ayrımcılık yaptı.
İstanbul mali kaynaklar açısından diğer belediyelerle aynı yasaya tabi. Ölçek neyi gerektiriyorsa onu kuruşu kuruşuna aldı. Ayrıca hükümet “mahalli müşterek ihtiyaç” olması bakımından belediyeye bırakması gereken pek çok işi merkezi hükümet kaynaklarıyla yaptı.
Hükümetin görevleri arasında sağlık var. Hastane yapmak bu kapsamda değerlendirilebilir. Pandeminin yaşandığı günlerde hükümet İstanbul’a Çam Sakura Şehir Hastanesi’ni yaptı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin bu hastaneye erişim için yol yapması gerekiyordu, yapmadı. Mahalli müşterek bir iş olarak Marmara’nın temiz tutulması İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin işiydi. Bununla ilgili gerekli yatırımları yapmadı. Bu amaçla kurulmuş yapıları çalıştıramadı. Marmarayı müsilaj kaplayınca hükümet gelip denizi temizledi. Obez bir metropole dönüşen İstanbul’da ulaşım en önemli mahalli müşterek iş, iktidar merkezi hükümet kaynaklarıyla İstanbul’a 80 kilometre metro hattı yaptı. Sadece deprem için değil planlı kentleşme için de olmazsa olmaz olan kentsel dönüşüm bahsinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi çalıştay yaparken hükümet binlerce konut yaptı, milyarlarca kamu kaynağını bu amaçla tahsis etti. Belediyenin en temel işlerinden olan ortak yaşam alanı bahsinde hükümetin İstanbul’a kazandırdığı alanlar büyükşehirin çok çok üstünde oldu
Merkezi Hükümet düzen koyan kimliğinden çok icraatçı bir kimlikle hareket etti. Belediyelerin yapması gerekenleri yaptı. Bir çok işi de belediyelere rağmen yaptı. Bence yanlış yaptı. Belediye yönetimlerinin yeterlilik ya da yetersizliklerinin görülmesine fırsat vermedi. Ülkenin her köşesi ve milletin her kişisi için kullanılması gereken kaynaklarla gerçeğin görülmesine mani oldu. Oysa merkezi yönetim ve belediyeler yetki ve sorumluluk sınırlarında kalsalar milli irade çok daha isabetli tecelli ederdi.

Vatandaşın Sınırları?
Bu arada hem merkezi hükümet hem belediyeler vatandaşlık görevlerini vatandaşlık haklarının gölgesinde bıraktılar. Özellikle hükümet bu haklarla yargılandı ve mahkum edildi. Hükümet ve belediyelerin olduğu gibi vatandaşın sınırları da muğlaklaştı.
Oysa muğlaklık sınır kavramına ne kadar aykırı!?

Fotoğraf: Chat GPT / Image Generator

ASİLER

31 Mart 2024 – 10

31 Mart 2024 yerel seçimlerinin Ankara siyasetine karşı yerel bir başkaldırı niteliği de var.
Alışılagelmiş olan, genel merkezin dediğinin olmasıdır. Siyasi niteliği bulunan bir göreve namzet olacakların kaderi genel başkanın iki dudağı arasındadır. Milletvekilleri, parti yetkili kurulları, belediye başkan adayları, meclis üyesi adayları hep böyle belirlenir. Siyasi tarihimizde bu teamüle karşı çıkan siyasi sayısı hayli azdır. Bunlar da nevi şahsına münhasır karakterlerdir.

Son seçim aynı zamanda genel merkez iradesine meydan okuma seçimi olarak tarihe geçti. Pek çok aday namzedi partisinden istifa ederek bağımsız aday oldu. Bir çoğu kurumsal bir kimlik sunan küçük partilerden aday olarak sahneye çıktı. Asi adaylar seçim sonuçları üzerinde hatrı sayılır bir etki oluşturdu. Bazıları bir teamülü kırdı. Bazıları eski partilerine karşı seçim kazandı. Bazıları eski partilerine seçim kaybettirdi.

Olmayan Oldu
Türk Siyasi tarihinin en karizmatik lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın kararını tanımayan eski AK Partili adaylar hayli dikkat çekiciydi. 2017’de İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Dr. Mimar Kadir Topbaş, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe, Balıkesir Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Edip Uğur görevden alınmıştı. Teşkilatın gerçek manada kabullenemediği bu görevden alınmaları takiben böyle bir dalga beklenebilirdi. 2019’da böyle bir şey olmadı. O zaman olmayan şimdi oldu.

Ankara Beni Duysun
Asi partili fenomeni yalnızca AK Parti’de olsaydı bu partideki merkezi otoritenin zayıflamasına dayandırılabilirdi. Ancak CHP de MHP de bu rüzgara maruz kaldı. Partilerine karşı aday olanlar yerel adına “Ankara Ankara duy sesimizi” dediler. Ankara’nın seslerini duyup duymayacağı tartışılır. Muhtemelen duymayacaktır. Ancak duyulmamaları durumunda önümüzdeki seçimlerde bu dalganın daha büyüğüne hazır olmaları gerekir.

Siyaset Buysa
Bu isyan Ankara’nın mutlak gücüne bir itirazın yanında önemli bir yapısal mesaj barındırıyor. Mesajın kaynağı siyasi aynılaşmadır. AK Parti, CHP, MHP hem usul olarak hem de esas olarak aynılaşma tuzağına düşmüş durumdalar. Her üç siyasi partinin temel vaatleri aynı. İş tutma biçimleri aynı. Usulleri aynı. Kendilerini farklılaştıran bir söylemleri yok. Bu söylem olmayınca aynı mesajı ben de üretirim diyenler cesaret buldular. Gerçekten farklılık ve bağlılık oluşturan bir söylem olsaydı bu düzeyde bir cesareti kimse bulamazdı.

2017 – 2023 Türkiye’nin son beş yılı göz önüne getirildiğinde aynılaşmayı görebilirsiniz. Büyük bir pandemi yaşadık. Asrın afetine şahit olduk. Çevremizde savaşlar oluyor. ABD tarafından adeta kuşatılıyoruz. Konvansiyonel ve sosyal medya eliyle başka insanlara dönüştürülüyoruz. Yapay Zekayla büyük bir uçurumun kıyısında ya da bir zirvenin eteğindeyiz. Siyasi aktörlerden hiç biri bu konularda milletle ortaklaşan bir vizyon çizemediler. Taktik eylemlerde kaldılar. Sahne performanslarıyla yetindiler. Günü kurtardılar. Takip edilecek bir mefkure inşaa edemediler. Asilere meydan açtılar.

Partilerin kaderini bu isyana nasıl yaklaştıkları da belirleyecek. Bastırmaya çalışabilirler, yanlış yaparlar. Anlamaya çalışırlar, Türk siyaseti güçlenir.

Bir istatistik çıkarma imkanım yok. Ancak Ankara siyasetine isyanı ve aynılaşmaya uyumlanma göstergesi olan birkaç örneği sayabilirim:
• Kazım Arslan, 2014-2019 (AK Parti) Belediye Başkanı. Yeniden Refah Partisi’nden aday oldu kazandı.
• Zekiye Tekin Bilecik Belediyesi Özel Kalem Müdürü, MHP Belediye Başkan Aday Adayı. Aday olamayınca bağımsız aday oldu. Bütün partileri yendi.
• Sedat Yalçın, AK Parti eski il başkanı Yeniden Refah Partisi’nden aday oldu.
• Mehmet Ziya Boynukara, 2019-2024 (MHP)Bingöl Belediye Başkan Adayı, Yeniden Refah Partisi Bingöl adayı oldu.
• Adnan Topal, 2019-2024 Samsun (AK Parti) Ladik Belediye Başkan Adayı, Yeniden Refah Partisi’nden aday oldu.
• Mustafa Önder Tanır, 2019-2024 (AK Parti) Bursa Kestel Belediye Başkanı, Yeniden Refah Partisi’nden aday oldu.
• Mehmet Ekinci, 2014-2019 Şanlıurfa (AK Parti) Eyyubiye Belediye Başkanı, Yeniden Refah Partisi’nden aday oldu.
• Kasım Gülpınar, AK Parti MKYK Üyesi, Yeniden Refah Partisi’nden Şanlıurfa Belediye Başkan Adayı oldu, kazandı.
• Özer Kayalı, (CHP) Kuşadası Belediye Başkanı, İyi Parti’den aday oldu.
• Mehmet Fatih Atay, (CHP) Efeler İlçe Belediye Başkanı, İyi Partiye katıldı.
• Prof. Dr. Aydın Ayaydın, eski CHP Milletvekili, AK Parti Muğla Belediye Başkan Adayı oldu.
• Hüseyin Aygün, CHP eski Milletvekili, Tunceli’den bağımsız aday oldu.
• Vefa Ülgür, (CHP) eski Selçuk Belediye Başkanı (3 dönem), bağımsız aday oldu.
• Şevki Demirci, 2014-2019 (AK Parti) Çayırova Belediye Başkanı, İyi Parti Çayırova Belediye Başkan Adayı oldu.
• Hüseyin Ayaz, eski (AK Parti) Başiskele Belediye Başkanı, bağımsız aday oldu.
• Cengiz Kan, 2014-2019 (AK Parti) Kandıra Belediye Başkanı, bağımsız aday oldu.
• Şükrü Genç, 2009 – 2024 (CHP) Sarıyer Belediye Başkanı, bağımsız aday oldu.
• Altınok Öz, 2014 – 2019 (CHP) Kartal Belediye Başkanı, İyi Parti’den aday oldu.
• Enver Yılmaz, 2014 – 2019 (AK Parti) Ordu Belediye Başkanı, İyi Parti’den aday oldu.

Not: Bildiğiniz başka örnekler varsa lütfen yorum olarak ekleyin. Teşekkürler.

Foto: Temsili, Open AI, Image Generator

KİM BİLİR?

31 Mart 2024 – 9

İnsanın ürettiği her obje, hareket ve eser temel bir mesaj içerir. Temel mesaj genelde yalnız değildir. Kendisine eşlik eden yan mesajlar vardır. Örneğin: Bir kalkan savunma aracıdır. Kalkanın üzerinde haç varsa yan mesaj Hristiyanlıktır. İnsan bazen temel ve yan mesajlarla yetinmez. Normal insan algı limitlerinin altında kalacak düzeydeki işaretlerle bilinçaltı mesajları üretir. Bunları eserlerine işler. Dünya çapında büyük üne kavuşmuş pek çok sanatçının eserinde subliminal mesajlar yer alır. Bu mesajların keşfine halen çalışılmaktadır. Edirne Selimiye Camii’nde küçük bir sütunda bulunan, Hristiyanlarca kutsal kabul edilen Ters Lale figürünü buna örnek verebiliriz. Hakkari, Van yöresinde yetişen bu çiçeğin Osmanlı’nın en görkemli mimari eserlerinden birinde bir köşeye saklanmasını manidar bir mesaj olarak değerlendirilir. Çünkü Mimar Sinan bir Hristiyan devşirmesidir.

25. KARE

Yılmaz Erdoğan’ın Organize İşler filminde Müslüm Duralmaz karakterinin şöyle bir repliği var:”video ne güzel bir alet değil mi?” Görmediklerimizi o sayede gördük. Yeryüzü maceramızı onunla renklendirdik. “Hareketli Resim Endüstrisi”nin yakıtı film. Bir film kaç kareden oluşur. Tabii 24. Aslında tabii diye bir şey yok. Hareket hissini en iyi bu sayı verdiği için saniyede 24 kare bir standarda dönüşmüş. Te 1920’lerde. Gereken durumlarda daha fazla kare sayısı eskiden de kullanılıyordu şimdi de kullanılıyor. Ama standart 24.
Sinema sektöründe subliminal mesaj oluşturmanın adı olan “25. Kare” bu sayıdan geliyor. 25. Kare 1 saniye içindeki 24 kareye, farkedilmeyen fakat algılanan 1 kare eklenmesine deniyor. Bu karede mesajı veriyorsunuz. İnsanlar görmüyor ama güdüleniyor. Mesaj doğrultusunda harekete geçiyor.

“25. Kare”nin kullanımında, milat 1957 kabul ediliyor. Aslında bu milat sadece pazarlama için kullanımını temsil ediyor. Öncesinde ne var karanlık. Picnic isimli sinema fimine 5 saniyede bir saniyenin 3000’de birine denk gelecek şekilde “Coca Cola İç, Patlamış Mısır Ye” yazan kareler yerleştirilmiş. Filmin gösterildiği sinema salonlarında Cola ve patlamış mısır satışlarında ölçülebilir yüksek artışlar da kayda geçmiş.
Subliminal mesaj oluşturmanın negatif etkileri düşünülerek Amerika’dan başlayarak dünya genelinde 25. Kare yasaklanmış. Ülkemizde de bu metodun kullanılması yasak kapsamında.
Bu yasak metodun kullanılmadığı anlamına gelmiyor. Özellikle yayın mecralarının çoğalması nedeniyle denetimin azaldığı günümüzde metod kullanılmaya devam ediyor.

MODELLENMİŞ SEÇMEN
Subliminal mesajlarla kişileri, kitleleri, milletleri yönlendirmek yeni icad edilmiş bir alet değil. Dünyada aktif odak güçler tarihin her döneminde bu yöntemi kullandılar. Şimdi de kullanıyorlar. Sosyal Medya bu imkanın sınırlarını sınırsız genişletti. Bu sınırın ne kadar genişlediği Cambridge Analytica skandalıyla birlikte gün yüzüne çıktı.

Stratejik İletişim Labaratuvarları (Strategic Communication Laboratories) ifadelerinin kısaltması olan SCL Group sosyal medya kullanıcılarının, arayış, beğeni, paylaşım hareketlerini inceleyip psikolojiden de istifade ederek statejik iletişimle kitlelere yön veriyordu. Kendilerini Küresel Seçim Yönetim Ajansı olarak tanımlıyorlardı. Askeri ve terörle mücadele ! kampanyaları da ilgi alanlarına giriyordu.
Romanya, Meksika, İtalya, Güney Afrika, Arnavutluk, Malezya, Nijerya, Hindistan, Brezilya, Letonya, Kenya, Kolombiya, Endonezya, Avustralya ve Çin gibi birçok ülkede siyasi kampanyalarda aktif görev almışlardı. ABD ve İngiltere’de seçime yönelik faaliyetleri olmasa belki de varlıklarını hiç bilmeyecektik.

2016 yılında şirketin CEO’su Alexander Nix şöyle diyor: “Bugün Amerika Birleşik Devletleri’nde her bireyin dört ya da beş bine yakın veri noktası var… Bu yüzden ABD’deki her yetişkinin kişiliğini, yaklaşık 230 milyon kişiyi modelliyoruz.”
Yani sosyal medya aktiviteleri üzerinden herkesi herkesten iyi biliyorlardı. Zaaflarını, kıskançlıklarını, hayallerini… sömürüyor, her bir kullanıcıya özel mesaj üreterek onları istedikleri gibi yönlendirebiliyorlardı. Yönlendirilen kişi tıpkı 25. Kare’de olduğu gibi ne olduğunu bilmeden onların istediği gibi davranıyordu.

Geliştirdikleri metotla Facebook üzerinden kullanıcı bilgilerini elde etmişlerdi. Operasyonlarını bu kullanıcı bilgilerinin psiko – sosyal analizi üzerine kuruyorlardı. Sonuç alıyorlardı. Sobelendiklerinde şirketi kapattılar. Facebook CEO’su Amerika Kongresi’nde ifade verdi. 5 milyar dolar cezaya çarptırıldı. İşe bakın ki projenin sorumlularıyla ilgili herhangi bir tutuklama haberine rastlamıyoruz. Bir kısıtlama, yasaklama bahsi de yok ortada. Haberlere göre şirket yetkilileri yeni şirketleriyle yollarına devam ediyorlar. Amerika ve İngiltere dışında her yerde faaliyetlerine devam ettiklerinden emin olabilirsiniz. Data Propria ve Auspex International’in bu kapsamda kurulan şirketlerden ikisi olduğu iddia ediliyor.

Cambridge Analytica, “psikografik analiz” yaparak, “veri geliştirme ve kitle segmentasyon teknikleri” kullanıp kilit kitleleri harekete geçirerek hedefine ulaşıyordu. Bu yolun yolcuları aynı yoldan yürümeye devam ediyorlar. Üretilen mesajlarla kişinin kendisinin bile bilmediği özellikleri istismar edilerek. bilmediği şeylerden nefret etmesi, bilmediği şeylere muhabbet beslemesi, farkında olmadan kararlar vermesi sağlanıyor.

Hiç bir deneyimi, hiçbir hatırası olmadığı halde bazı gençlerin Erdoğan’a olan mesafesinde, AK Partililerin bile AK Partili olduğunu söylemekten neredeyse çekinmesinde muhtelif mecralarda üretilen subliminal mesajların büyük etkisi var.

3 KAHRAMAN
İstanbul seçimlerinin bir kahramanı yok 3 kahramanı var. Biri Ekrem İmamoğlu, biri Necati Özkan biri Murat Ongun. Biri müteahhit ikisi iletişimci. İmamoğlu zeki bir yatırımcı. Murat Ongun mahir bir iletişim yöneticisi. Necati Özkan ise bir iletişim gurusu.

CHP’nin kampanyasının mimarı olan Özkan kampanyanın gözle görülür kısmında başarılı bir iş çıkardı. Yukarıda saydığım iletişim tekniklerini kullanmak için de “yeter”den daha fazla donanımlı.
Kara Harp Okulu’nda okumuş kampanya ve strateji bilinci gelişmiş olmalı. Hukuk ve İşletme Öğrenimi bilincini bir ürüne dönüştürmeye katkı sunmuş. Çok sayıda ülkede yönettiği kampanyalarla dışarıdan enerji alma yetenekleri gelişmiş. 25’ten fazla ülkede strateji ve seçim kampanyası dersleri vermiş, bunun için kendisini sürekli yeni tutması şart. Diyalog International Netwok ve Avrupa Siyasi Danışmanlar Derneği Başkanlıklarıyla ağ gücünün farkında. Yapması gereken hiçbir şeyi eksik bırakmamıştır. Çünkü işini bilerek yapmış.

KİM BİLİR?
Bu arada Open AI Chat GPT’yi eğitmekte Youtube videolarından faydalanmış. Diğer yapay zeka uygulamaları da benzer kaynaklardan beslenerek büyüyor. Bir dahaki seçime kadar epey bir mesafe kat etmiş olacaklar. Seçmen kararını bugün ellerinde bulunanlarla yapaylaştırmayı başaran iletişim uzmanları, önümüzdeki seçimde neler neler yapacaklar kim bilir? Kimse bilmez. Ama bir husus kesin, o gün de işini bilerek yapanlar kazanacak.

DİJ GÜJLER

31 Mart 2024 – 8

Türkiye’nin son 10 yılında meydana gelen en önemli değişimlerden biri buz gibi gerçek olan “dış güçler” kavramının “aslı olmayan bir AK Parti Mit”ine dönüştürülmesidir. Bu, Firavun’un sihirbazlarının bile şapka çıkaracağı bir ilizyondur. 31 Mart 2024 seçimlerinde bu ilizyon zirvesine ulaşmıştır. “Dış güçler”den bahsetmek ayıplanmak için gerek ve yeter şart olarak ezberletilmiştir. “Dıj Güjler” kavramsallaştırılmasıyla gerçeğin üstü örtülmüştür.

İKİ DÜNYA SAVAŞININ ODAĞI
Birinci Dünya Savaşı’nın sebebi “Şark’ın Paylaşılması”dır. Şark, Türkiye’nin varisi olduğu Osmanlı devletidir. Nitekim Türkiye bu paylaşımdan arta kalandır. Paylaşım için bir dünya savaşı yetmemiş, paylaşımın adil olmadığı temel gerekçesiyle ikinci bir dünya savaşı yaşanmıştır. İki dünya savaşının odağında Türkiye olduğu halde Türkiye’nin uluslararası güç odaklarının ilgi alanından çıktığı gibi bir tez başta gençler Türk vatandaşlarının kahir ekseriyetine kabul ettirilmiştir. Öyle ki milli ve yerli tezlerin savunucuları bile “Dış Güçler” kavramını kullanmaktan çekinmeye başlamışlardır.

ABD’NİN ÖZ NİTELİĞİ
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kurulan dünya düzeninde bütün dünyada “dış güç” Amerika Birleşik Devletleridir. Bütün devletlerin bir diğerine karşı hesapları bu dış gücün gölgesinde kalmıştır. “Dış Güç” olarak var olmak Amerika Birleşik Devletlerinin DNA’sında var. Kolomb’un kolonileriyle başlayan ABD’nin bu öz niteliği tarihin hiçbir döneminde değişmemiştir. Büyük bir soykırım uygulayarak 70 Milyon Kızılderiliyi öldüren ABD, adım attığı her yerde aynı teamülü devam ettirmiştir. Kötü her zaman ABD’nin katlettikleri olarak tarihe geçmiştir.

İkinci Dünya Savaşı başlarında ABD tarafsızlığını ilan etmişti. Savaşın, batının baş edemeyeceği düzeye ulaşmasıyla dünya savaşına müdahil oldu. İngiltere, Fransa, Rusya başta olmak üzere Hitler’in paletleri altında ezilen ülkeleri Hitler’den kurtardı. Buna karşılık koca bir kıtayı ebediyete kadar esir olarak aldı. 30 Nisan 1945 günü Hitler’in intihar etmesini müteakip 2. Dünya Savaşı son buldu. Hitlerin karşısındaki devletler ister istemez zaferin de ortağı oldu. Yüksek ulusal çıkarlarını bu devletlerle ittifakta bulan ABD, istemese de yeni dünya düzenini bu devletlerle birlikte kurdu. Halen cari olan bu düzenin kurucuları arasına Çin, Rusya, İngiltere, Fransa’yı kattı. Gerek duyduğunda bu düzeni gerekçe gösterdi. Gerek duyduğunda ezip geçti. Birleşmiş Milletlerin hiçbir müdahalesinin İsrail için engelleyici olmamasının nedeni budur. Amerika’nın başına buyruk Afganistan’a, Irak’a, Suriye’ye müdahalesinin dayanağı da budur.

BÜTÜN DÜNYA ARTIK ONLARINDI
İkinci Dünya Savaşı’nda Japonya Almanya ile birlikte savaşıyordu. Amerika’ya çok ölümcül saldırılar gerçekleştirdiler. Amerika’nın işgal girişimleri çok sayıda Amerikalı asker can kaybına neden oldu. Çok büyük, çok ölümcül çare için seferber oldular. Atom Bombası’nı sömürdükleri Alman Bilimsel Birikimi’nden faydalanarak icad ettiler. Manhattan Projesi kapsamında 600.000 kişiyi çalıştırdılar ve 1945 yılı 16 Temmuz’unda ilk denemesini yaptılar. Hitler’in ölümünden birkaç ay sonra. Böyle bir projeyi Hitler gibi bir zalimin elinden aldıklarını anlatıp durdular. Kendileri ondan eksik değildiler. Ne farkeder, önemli olan insanların nasıl inandığıydı. Acelelerinin bir sebebi de yeni dünya düzeninin göstermelik ortağı Rusya’nın Japonya’da kazanılacak zafere ortak olmamasıydı. Konvansiyonel güçlerle Japonya’yı yenmek konusunda uzlaşmışlardı. Bu uzlaşmanın işlemesinden önce işi bitirmeliydiler. Tek başlarına kazanmak hırsıyla 6 Ağustos 1945 günü ilk atom bombasını Hiroşimaya attılar. 140.000 kişiyi bir kerede öldürdüler. Yetmedi 9 Ağustos 1945’te Nagazakiye bir atom bombası daha attılar. 70.000 kişiyi daha yeryüzünden sildiler. 15 Ağustos’ta Japonya teslim oldu ve İkinci Dünya Savaşı sona erdi. Dünyanın tamamını kendilerine bağlamış oldular. Bütün dünya onlarındı artık.

Rusya’nın da atom bombasına sahip olmasını takiben yeni bir strateji geliştirdiler. İnsan hakları, hukuk, adalet, eşitlik, özgürlük kavramlarıyla zaferlerini pekiştirmeyi seçtiler Tek kutbu Amerika olan yeni bir dönem başlattılar. Bu süreçte, ressamlardan, yazarlardan, gazetecilerden, fikir insanlarından, felsefecilerden yararlandılar. Hakimiyetlerini kitaplarla, filmlerle, oyunlarla sorgulanamaz olarak insanlığın zihnine nakşettiler. “Dış Güç”i de aşıp “Tek Güç” olmayı hedeflediler. Büyük oranda başarılı oldular.

AMERİKA’NIN ÇOCUKLARI
Doğu’nun paylaşımından arta kalan Türkiye’yi hiç ihmal etmediler. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasını takiben “çocukları” eliyle askeri darbeler, “entelektüelleri” eliyle sosyal darbelere imza attılar. 21 Ekim 1961, 22 Şubat 1962, 20 Mayıs 1963, 20 Mayıs 1969, 9 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 15 Temmuz 2016 darbe, darbe girişimi ve kalkışmalarla Amerikan hakimiyetini perçinlemeye çalıştılar.

Kendini dünyadaki söz ve kararın tek merkezi olarak gören Amerika Birleşik Devletleri’nin Türkiye’ye ilgisi hiç azalmış değil. Türkiye’nin kendi ayakları üzerinde durma çabaları bu ilgiyi daha da tahrik etmiş bulunuyor. ABD kendini ve ilan ettiği değerleri çiğneme pahasına terör örgütü olarak tanıdığı PKK ile açık iş birliği yapıyor. Türkiye’den koparacakları topraklarla bir Teröristan kurma hedefini saklamıyor. PKK’yı yedirip içiriyor, giydirip silahlandırıyor. NATO’da müttefiki olan Türkiye’ye vermediği silahları PKK’ya veriyor.

MEYDAN OKUMA
Bu arada Recep Tayyip Erdoğan, “Dünya 5’ten Büyüktür” diyerek ABD’nin çakma dünya düzenine meydan okuyor. Kafkasya’da, Ortadoğu’da, Balkanlarda, Afrika’da ABD çıkarlarıyla uyuşmayan hamleler yapıyor. Türk Devletleri Teşkilatı’nı kuruyor. Rusya ve Ukrayna ile aynı anda diplomatik ilişki geliştiriyor. Kendi silahlarını üretiyor. ABD’den silah ithal eden ülkeler sıralamasında her gün biraz daha geriye düşüyor. ABD’nin silah ihraç ettiği ülkelerden her gün biraz daha pay alıyor. Amerika bu tutuma, bu gelişmelere fena halde içerliyor ve en iyi bildiği yöntemlerle tedbirini alıyor, hazırlığını yapıyor.

ABD İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra doğrudan bir savaşa girmedi. Sürekli vekillerini kullandı. Afganistan’da da öyle yaptı. Rusya’ya karşı da öyle yaptı. Suriye’de de öyle yapıyor. Türkiye’ye karşı da PKK eliyle vekalet savaşına devam ediyor. Seküler ve batıcı toplum ve siyaset anlayışını da bu amaçla sürekli cephede tutuyor. Bu cephede Seküler PKK ile Seküler Türk solu ittifak halinde. Türkiye İttifakı diye markaladıkları şey Amerika’nın hayalindeki Türkiye İttifakı’ndan başkası değil.

Hal böyleyken vatanını, milletini, dinini, devletini seven Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına “Dış Güçler” kavramını istihza edilecek bir safsata olarak benimsetmeyi başardılar. Bu başarı PKK ile elde edemedikleri, edemeyecekleri bir başarı. Bu büyük başarıya bilinçli ya da bilinçsiz ABD çıkarları adına hareket edenler sayesinde ulaştılar. Medya, Sosyal Medya, Popüler Kültür araçları sayesinde ulaştılar. Vakıflar, dernekler, sözde eğitim platformları sayesinde ulaştılar.

ÖTEKİ ÇOCUKLAR
Ruşen Çakır, 7 Şubat 2005’de Vatan Gazetesi’nde bombayı patlatmıştı. Şöyle diyordu: “Pentagon’un 50 gazeteciyi maaşa bağlayıp Amerika lehine yazılar yazdırdığı ortaya çıktı. Aralarında 4 de Türk gazeteci var… ABD Savunma Bakanlığı tarafından finanse edilen ve Amerikan politikalarını destekler nitelikte yayınlarıyla dikkat çeken bir haber sitesi büyük tartışmalara yol açtı. Southeast European Times adlı sitede 1’i Amerikalı 50 gazetecinin Pentagon’dan aldıkları maaşla çalıştığı ortaya çıkınca Bush hükümeti eleştiri bombardımanına tutuldu. Aralarında Türkçe’nin de bulunduğu 10 dilde yayın yapan sitede çalışan gazetecilerden 4’ü Türk. CNN’e göre, site ‘enformasyon savaşı’ konusunda eğitilmiş askerler tarafından yönetiliyor.”

Aynı Ruşen Çakır’ın da ABD ağına katıldığı yıllar sonra ortaya çıktı. Çakır, doğrudan Pentagon’dan değil bir sivil toplum kuruluşundan destek aldığını, bunun aynı şey olmadığını söyleyerek kendisini savundu. Çakır’ın hiç de masum olmadığı ABD Merkezli Chrest Foundation Vakfı’nın 2021 yılında fon aktardığı kurum ve kişileri ilan ettiği raporla ortaya çıkmıştı. Bu raporda Çakır yalnız değildi. Serbestiyet, Sivil Sayfalar, Bağımsız Gazetecilik Platformu, 140 Journos da Amerikan fondaşları arasındaydı. Vakfın Diyarbakır’a gösterdiği özel ilgi görülmeye değerdi.

Center of American Progress (Amerika Gelişim Merkezi)’nin yayınladığı rapor Amerika fondaşları için utanç vericiydi. Gazete Duvar, T24, Bianet gibi hür yayın ! kuruluşlarının da Çakır’ın Medyascope’u ile aynı yolun yolcusu olduğunu açık eden rapor, fon alan kuruluşları Sputnik kadar bile etkili olamadınız diye azarlıyordu.

YA CIA
Amerika’nın kurumsal olarak fonladığı fondaş yayın organlarını bu raporlarla öğrendik. Ortada vakıflar olduğu için öğrenebildik. Ya CIA’in kayıt dışı fonladığı gazeteciler, haberciler, sanatçılar… Onları net olarak bilmiyoruz. Amerika ya da etki alanındaki diğer vakıf ve derneklerin fonladıklarından da çok haberdar değiliz. PKK’yı elbisesiz, ekmeksiz bırakmayan ABD etki ajanlarını tedariksiz bırakmıyordur herhalde!

Ayrıca ABD emperyalizminin eline yeni bir araç daha var: Sosyal Medya. Gözetim Kapitalizmi’ni dünyanın her yanında işleten ABD, bu etkili aracı “Mutlak Amerikan Üstünlüğü”nü tesis ve kabul ettirmek için de şüphesiz kullanıyor. Film ve oyun platformlarıyla bu mecrayı takviye ediyor. Herkesin dikkatini çekmiştir, 2023 yılı 2. Dünya Savaşı yapımlarıyla doldu. Atom Bombası’nın hikayesi her yerde anlatılır oldu. Güya Birleşmiş Milletlere rağmen Gazze’de soykırım yapan İsrail’e destek verildi. Aslında Amerika, tek kutuplu dünyanın hakkı olduğunu yüksek sesle ilan etti. Çünkü milyonlarca kişiyi gözlerini kırpmadan öldürmekten çekinmemişlerdi. Özetle hep bu anlatıldı. Gerekirse niye yeniden yapmasınlardı ?!

YAYIN ORGANLARI
Amerika’nın Türk Kamuoyu Fikri üzerine tasarrufu fonladığı yeni medya girişimleri ve bilindik bazı gazetecilerden ibaret değil. Milli ve yerli her düşünce ve girişimin karşısında arslanlar gibi savaşan bir FOX TV var mesela. Son zamanlarda adını NOW olarak yeniledi. Doğrudan Amerika’nın. Walt Disney’in. En Türk kanaldan bile daha Türk olduklarına Türkleri inandırdılar. Bir de Sözcü’müz var. Türkiye’de muhalefetin kalesi, sabit ayaklarından biri. Ondan daha Türkiye sevdalısı yok. Sahibi Londra’da yaşıyor. Ama Türkiye’yi kurtarıyor. Tıpkı ABD’nin Türkiye aşkıyla Amerika’da misafir ettiği Fethullah Gülen gibi.

TÜRKÇE KONUŞMAK
Recep Tayyip Erdoğan eski Türkiye’nin zencisiydi. Katıldığı bir televizyon programında, self kolonyal bir genç tarafından aşağılanmak istemişti. Erdoğan’ın İngilizce bilmediğini bilen genç: “başbakan olduğunuzda yabancı devlet başkanlarıyla hangi dilde konuşacaksınız?” diye sormuştu. Önce soruyu tercüme ettiler. Erdoğan tereddütsüz “Türkçe” dedi. Buna karşılık AK Parti iktidarda eskidikçe, yeteneği yurt dışında okumuş ve İngilizce biliyor olmaktan öteye geçmeyenler sistemin merkezine oturdular. Bu arkadaşlar da maalesef batının düşünce kodlarıyla düşünüp davrandıklarından, “dış güçler”in “dij güjler”e evrilmesine hizmet ettiler.
Türkçesiyle övünen bir liderin gürül gürül İngilizce konuşan takipçileriyle bir misyon gibi bulduğu her ortamda İngilizce konuşmaya çalışan CHP İstanbul adayı bağlamsız bir yarışa sokulması bunun sonucuydu. Tabi ki misyon kazandı.

31 MART SEÇİMLERİ
31 Mart 2024 tarihinde bir genel seçim yapılmadı. “Sadece şehrin hizmetlerini görecek belediye başkanları” seçildi. Muhaliflerin sözlerine bakarsanız, bu söylem kalıbını çok net olarak görebilirsiniz. Oluşmuş uygun şartları bu söylemle güçlendirdiler. Ve kazandılar. ABD emperyalizminin etkisi yok, denebilir. Bu yaklaşımı: Ruşen Çakır’ı bile fonlayarak, görüş ve düşüncelerini yaymak için kullanan güç, belediye başkanlarını niye kullanmak istemesin ki? Şeklinde sorgulamak gerekir. Türkiye’yi ABD’nin tezlerine hazırlamak için en uygun makamlar belediyeler. Sosyal yapı, eğitim, kültür, sanat, lokal kanaat… hepsinin yolu belediyelerden geçiyor. 2024-2029 Türkiye’yi ABD tezleriyle biçimlenmiş bir yerel yönetim süreci bekliyor.

Bu süreci aktif olarak işletenler zaten vardı. Yeni dönemdeki atılımı temsil eden adımı ise Kocaeli’nin Derince ilçesinde seçimi kazanan, eski Kocaeli Baro Başkanı Sertif Gökçe attı. Sertif Gökçe’nin katıldığı ilk Belediye Meclisi’nde Derince Belediyesi’nin, iki Birlik’ten çıkarılması gündeme geldi. Biri Türk Dünyası Belediyeler Birliği diğeri Anadolu Belediyeler Birliği’ydi. Anadolu Belediyeler Birliği’nden belediyenin ayrılmasına karar verildi. Türk Dünyası Belediyeler Birliği’nden ayrılma ise MHP’li üyenin itirazı üzerine komisyona havale edildi. Yeni süreç böylece başladı.

Dij Güjler böyledir. Kızılderililere, Afrikalılara, Ortadoğululara… Hep iyilik isterler. İyilik yaparlar. Kimsenin işine karışmazlar. Kimseyi fonlamazlar. Aslı olmayan bir “mit”ten başka bir şey değildirler. En iyi Kızılderililer bilir, Afrikalılar bilir, Japonlar bilir, Afganlar bilir, Iraklılar, Suriyeliler, Libyalılar, Filistinliler bilir !

“Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
“Tarih”i “tekerrür” diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?”
Mehmet Akif Ersoy.

Vesselam.